Hayatım boyunca peşinden koştuğum hayaller, bir şekilde hep anlatmakla ilgili oldu. Kimi zaman bir şiirin dizelerinde, kimi zaman bir filmin karelerinde, kimi zaman da sessiz bir düşüncenin içinde. Ancak ne yaparsam yapayım, yazmak her zaman benim için özel bir yer tuttu. Belki uzun süredir kalemi elime alıp şiir yazmıyorum, ama yazmanın neden bu kadar önemli olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyorum.
Yazmak, içsel bir yolculuk aslında. Kendine bir ayna tutmak gibi. Düşüncelerini, hislerini, korkularını ve umutlarını kelimelere dökmek, onları somut bir hale getirmek demek. Bu süreçte kendini daha iyi tanıyor, içindeki derinlikleri keşfediyorsun. Bazen bir cümle, bir ömür boyu sürecek bir farkındalığın kapısını aralayabilir.
Bir yönetmen olarak, hikayeler anlatmanın birçok farklı yolu olduğunu biliyorum. Ancak yazmanın büyüsü, belki de en sade ve en güçlü yolla kendini ifade etme fırsatı sunmasında gizli. Kağıt ve kalem, ya da belki de bir klavye; bu kadar basit malzemelerle bir dünya yaratabilmek…
Yazmak aynı zamanda iz bırakmak demek. Geçmişi, bugünü ve geleceği birbirine bağlayan bir köprü kurmak. Belki de bu yüzden yazmak, bir çeşit ölümsüzlük arayışıdır. Yazdığın her kelime, senin bir parça izini taşır ve o iz, zamanın ötesine geçer. Bir gün, belki yıllar sonra, biri senin yazdıklarını okuduğunda, o kelimelerle yeniden hayat bulursun.
Ayrıca yazmak, duyguların dili. İçinde kopan fırtınaları, tarif edilmesi zor olan o karmaşık hisleri kelimelere dökmek, bir nevi terapi. Yazmak, yüklerini hafifletir, düşüncelerini berraklaştırır. Belki de en önemlisi, seni sen yapar.
Sonuçta, yazmak, yaşamak demek. Yaşadıklarını anlamak, anlamlandırmak ve paylaşmak. Yazmak, bir yolculuk. Ve bu yolculukta attığın her adım, seni biraz daha ileriye taşır.